Deprem Yazıları Sanal Müzesi


Deprem, Tarım Dışı Arazi Kullanımı, Etik ve Eğitimimiz
 

Deprem yer yüzeyinin jeolojik yapısı gereği bazı bölgelerde meydana gelen doğal bir olaydır. Anormal olan ise doğanın bu olgusunun yaratacağı yıkıma karşı bilimin ve teknolojinin gerekleri olan önlemleri almamak ve bundan ders çıkarmamaktır. Bir deprem coğrafyasında bulunan ülkemizde bu ne ilk ne de son deprem olacaktır. Yakın geçmişte peş peşe birkaç deprem geçirdik ve bunların sonucu olarak on binlerce insanımız öldü ancak son Bingöl depremi hiç de depremlerden etkilenmemiş ve ondan ders çıkarmadığımızı gösteriyor. Bingöl ili bilinen bir deprem fayı üzerinde olup 1971 yılında yine depremde önemli can kaybı verdi ve deprem olma periyodu bilim kuruluşlarınca biliniyor. Fakat buna rağmen ülkemiz bilimden ve bilgiden yararlanma konusunda çok kötü bir sınav vermiştir.

Depremde can kaybına neden olan temel birkaç unsur şöyle sıralanabilir:

Tarım Dışı Arazi Kullanımının Acı Sonuçları

Daha önce Marmara Bölgesi depreminde yıkılan binaların büyük çoğunluğunun tarım toprakları üzerinde kurulan yerleşim alanlarında olduğu belirlenmiştir. Bu depremde en çok acılı can kaybının oluğu Çeltiksuyu Yatılı İlköğretim Bölge Okulu yine birinci sınıf tarım toprakları üzerinde inşa edilmesi gerçeğidir. TV görüntülerine yansıdığı kadarı ile okul düz bir tarım arazisinin tam ortasında görülüyor.

Uzun yılardır Ziraat Fakülteleri Toprak Bölümleri ve TEMA vakfı olarak “Toprak Yasasının“ çıkarılarak tarım dışı arazi kullanımının yasaklanmasını savun a geldik. Bu bağlamda bu yasanın bir an önce çıkarılması ve bundan böyle yerleşkelerin tabanı gevşek tarım arazileri yerine daha sağlam zeminli alanlara kaydırılması önem arz etmektedir. Bütün insanlığın ortak malı olan ve üzerinde beslendiği sınırlı miktardaki birinci sınıf tarım topraklarının amaç dışı kullanımı hepimizin geleceği olan gıda güvencesi açısından büyük tehlikeler içermektedir. Bu konu ayrıca işlenmesi gereken bir konudur.

Siyasilerin Sorumluluğu

Her depremde olduğu gibi yine en çok konuşulan konu siyasi kadrolaşmaya bağlı müteahhitlerin korunması ve malzemeden çalınma sonucu usulüne uygun yapılmayan yapılardır. Son yıllardaki moda deyimi “bu bir ekip işidir, ben ekibimle gelirim ekibimle giderim” sıkça kullanılmaya başlandı. Bunun anlamı ben bilgi, bilim ve liyakat yerine benim görüşümde olan benim bir dediğimi iki etmeyecek bana biat edecek adamla çalışmak istiyorum. Bunun sonucunda son 20 yıldır bilgim dahilinde bir çok kurumun başına konu ile ilgisi olmayan kişilerin atanmasıdır. En komiği bir dönem bir demir çelik fabrikasının başına Ziraat mühendisinin atanması bir çok spekülasyona neden olmuştu. Bütün bunlar tesadüfü değildir. Tabii olaya bütünsel baktığımızda siyasi kadrolaşma ve yasal boşlukları fırsat bilen bazı gözaçıklar veya işini bilen hatırlı kişiler bildik yollarla konuyu kotarmaya çalışmaktadırlar. İktidarın gücünü arkasına alan ihaleyi istediği fiyata kırıyor ve sonunda oldu bitti bir yapı bırakarak görevini tamamlamış oluyor. Sonuç olarak her depremde ve selde yerle bir olan yapılar kendini gösteriyor. Fakat bin küsur yıllık yapılar ise halen dim dik ayakta kalmaya devam ediyor.

Eski Yapılar ve Toprak Evler Neden Daha Dayanıklı?

Bu konuda Bingöl depreminde basına yansıyan görüntülerden önemli bir olgu da topraktan (kerpiçten) yapılan evlerin yıkılmadığı, fakat sonradan yapılan ve kurdeleler ile açılan kamuya ait binaların ise yıkıldığı görülmektedir. Birkaç bin yıldır bu bölgede yaşayan insanlar hangi topraktan çanak çömleğin yapıldığını, seramiğin hangi topraktan yapılacağını deneyerek öğrenmiştir. İnsanlığın bilgi birikimi sonucu şekillendirdiği toprak kerpiçten yapılan evler dim dik ayakta. Daha önce Marmara Bölgesinde meydana gelen depremde yine eski binaların, sarayların ve su kemerlerinin sağlam kaldığı, fakat yeni binaların yıkıldığı görülmektedir. Özellikle kamuya ait binalarda başta okullar, hastaneler olmak üzere çok sayıda insanın barındığı yerlerde daha fazla can kaybının olması da ayrıca düşündürücüdür.

Konu ile ilgili bilim insanlarımız bugünkü bilgi birikimi ve teknolojik verilerin yardımıyla daha yüksek şiddetteki depremlerin tahribatının minimum düzeye indirebildiğini belirtmektedirler. Bu da insan faktörü tarafından sağlanabilir. Maalesef, bu depremlerde gördüğümüz gerçek, insanımızın görevlerini yapmadığı yönündedir. Kamu binaları nasıl oluyor da yerle bir oluyor. Kimse müteahhitleri, inşaatları denetlemiyor mu? Her eline belge alan müteahhitlik mi yapıyor?. Bununla ilgili bir yasa yok mu?. Örneğin belirli bir bilgi birikimi, devlete çalışmışlık veya belirli sınavlardan geçmek gibi bir şey yok mu? Mimar Mühendis Odalarının meslek denetimi var mı? Nasıl oluyor da devletin resmi rakamları ile belirlenen bir inşaatın % 60’a varan kırım ile daha düşük maliyette yapılabilirliği mümkün olabiliyor. Yanı bunun Türkçe adı malzemeden çalmak mı?

Buradan çıkarılan ders Devletin ilgili kuruluşları ve TMMOB meslek denetimi sağlamada yetersiz olduğu ve bunun mutlaka sağlanması ve bu konuda en ufak bir affa müsaade edilmemesidir. Günümüzde bilim ve teknolojinin sunduğu imkanlarla depremi önlemek mümkün değil ancak 8. şiddetinde depreme dayanıklı yapıların yapıldığı bilinmektedir. Bu da ancak bilgi toplumunun işlev gördüğü batı toplumları ve Japonya’da sağlanmaktadır.

Bilim ve teknolojiden yararlanamıyoruz

Bilim, günlük yaşamımızda karşılaştığımız araç ve gereçlerin, yaratılmış teknolojinin uygulamaları sonucu bulunmuş, işlerimizi kolaylaştıran çevremizi daha iyi tanıyıp daha sağlıklı ve uzun ömürlü olmamız için olanaklar sağlayan uğraşıların toplamı olarak tanımlanabilir. Bu tanım hepimizi bu depremin yarattığı başta can kaybı olmak üzere olanlardan sorumlu duruma getiriyor. Konunun uzmanları değişik platformlarda deprem konusunda yaptıkları açıklamalarda “depremin değil, bilgisizlik, ihmal ve bilimin gösterdiği yol ve yöntemlerin dikkate alınmaması sonucu bu depremde çok sayıda yurttaşımızın hayatını kaybettiğini”nin bilimsel gerçeğini belirtmektedirler. Bugüne kadar depremlerden büyük acılar çekmiş olan Japonya ve ABD’de 7. ve daha fazla şiddetindeki depremlerde bir tek can kaybı olmaz iken ülkemizde daha düşük şiddetteki depremlerde binlerce insanın ölmesi bilgi çağında kabul edilemez bir acı gerçektir.

Bütün bunların temelinin dönüp dolaşıp eğitime dayandığı görülmektedir. Eğitim bugün gelişmiş toplumların biricik sihirli değneğidir. Ne petrol, ne altın, ne de bor madenleri bu işi çözüyor. Kuveyt’in milli geliri ile Almanya’nın kişi başına milli gelirleri eşit ancak Almanya’nın insanlık için ürettiği ile Kuveyt’in ürettiği ortada. Bizim önce eğitimi adam gibi işler duruma getirmemiz gerekir. Milli gelirimizin önemli bir kısmını Milli Eğitim ve araştırma kurumlarımıza aktarmak zorundayız. Sel felaketinden depreme, hastalıktan yoksulluğa kadarki bütün sorunlarımızın altında yetersiz eğitim gerçeği yatmaktadır.

Bütün olup bitenler bilim ve teknolojiden yeterince yararlanmadığımızı ortaya koymaktadır. Bunun ile ilgili olarak CBT dergisinin 26 Nisan 2003 tarihli sayı 840’da yayınlanan Avrupa Birliği’nin Eurobarometer adı altında gerçekleştiren kamuoyu yoklamasında Türkiye'nin temel bilimler konusunda sorulan sorulara en az doğru cevap veren ülke olarak en geriden gelerek eğitimde yetersiz olduğunu ortaya koymaktadır. Aynı ankette ülkemiz insanlarının bilimsel kavramlar ve bilime olan ilgisi bakımından yine gerilerde olduğu görülmektedir. Aslında bütün bunlar şu yaşadığımız deprem gerçeği ile de doğrulanmaktadır. Bu gerçekler artık az gelişmişlikten ve Avrupa kapılarında ikinci sınıf vatandaşlıktan kurtulmak, daha az göz yaşı ve yoksulluk için eğitimin daha çağdaş hale getirilmesi gerektiğini ivedilikle ortaya koymaktadır.

Buradaki önemli mesaj bilim ve teknoloji bilgisi ile bu depremde hiçbir can kaybı olmazdı.

Mühendislik Tarihi ve Etik Dersleri Üniversitelerde Zorunlu Okutulmalı

Depremden sonra ilk tepki mühendislere yöneltilmektedir. Mühendislerin rüşvet aldıkları, işini yeterince takip etmedikleri söylenmektedir. Kısmen doğru ancak bu durumun yaratılmasında siyasilerin büyük sorumluluğu bulunmaktadır Ancak eğitim kurumları ve üniversiteler olarak bilgi birikimi ve donanımı yüksek bireylerin aynı zamanda etik değeri yüksek, bilinçli, kişilikli yetişkin iyi insanlar olarak ta yetiştirilmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır. Yalnız yüksek not alarak diploma alan değil, biraz da olup bitenleri bilen ve insani sorumluluğu olan bireyler yetiştirmek zorundayız. Bu anlamda ülkemiz üniversitelerinde eksikliği sık sık vurgulanan insan kaynakları derslerine önem vermeliyiz. Nihayet her şey insan için ise bütün işlevlerde insanı ve doğayı ön plana almak zorundayız. Öğrencilerimizi yarım bilgi ile eğitmek değil, tam donanımlı duruma getirmek zorundayız. Ayrıca “Mühendislik Tarihi Etiği” dersi mutlaka konulmalı ve mühendislik etik kuralları çok boyutlu olarak işlenmelidir. Mühendislik tarihi bilim tarihi ile birlikte işlenerek geçmişten günümüze yapılan bütün gelişmeler ve insan birikimi işlenmelidir.

Neye Yatırım Yapacağız? İnsana mı Yoksa Mala mı?

Ancak üzerinde durulması gereken bir diğer konu ise ülkemizin geleceği konusunda ne tür yatırım yaptığı ile ilgilidir. Eğitimin ülke geleceğindeki yeri ile ilgile nelerin düşünüldüğü ve yapıldığı ile ilgilidir. Hep denir ki en büyük yatırım insana yapılan yatırımdır. İnsana yatırım yapanların büyük bir kısmı benim çocuğum okusun mühendis veya doktor olsun diye düşünüyor. Çünkü bu mesleklerin parasal getirisi daha yüksektir. Yoksa ya topçu yada popçu (şarkıcı veya manken) olsun çünkü bu mesleklerde de çok para var. Amaç erken dönemde çocuğumuzu en çok para getirecek olan mesleğe yönlendirmektir. Okul bitince çocuğum çok para kazanacak, yatlarda katlarda kalacak, Mercedes'e binecek tutkusu altında olan ve devamlılık teşkil eden ruh hali aşılanmaktadır. Bu psikoloji ile büyüyen çocuk okulda öğrendiği ile hayatın gerçeklerinin farklı olduğunu anladığı andan itibaren yepyeni bir süreç başlamaktadır. Fakat çoğumuz benim çocuğum önce sağlıklı olsun, okusun kendisini yetiştirsin dünyayı anlasın, insanlığa bir katkısı olsun demeyi güçlü bir şekilde ifade etmiyoruz. Aslında hepimizin gayesi bu; ancak paranın gücüne yenik düşmekteyiz. Toplumun beynindeki hart diske “para = mutluluk” galiba çok kötü işlenmiş. İnsanlık her şeyi para ile alabileceğini düşünüyor. Fakat insanın sıcaklığı, duyguları paylaşımı ve birlikte mutluluğu çoğu zaman geri planda kalıyor. Son yıllarda toplumsal düşünme yerine bireysel düşünmenin vurgulandığı ve benimsendiği bir süreçte yaşamaktayız. Gemisini kurtaran kaptan edasıyla köşeyi dönme felsefesinin aşılandığı, insanların bu anlamda paraya tav olmamaları mümkün mü? Eğer mümkün olmasaydı kamunun binaları depremde ilk yıkılanlar olmazdı. Bir eğitimci olarak insanın doğasında kötü olmak, yanlış yapmak gibi bir duygunun olmadığına inanmaktayım. Ancak koşullar insanı yanlış yönlendirmektedir. Özellikle de az gelişmiş toplumlarda yoksulluk, gelecek güvencesinin olmaması insanı zayıf kılmaktadır. Bu da her türlü ahlaki dejenerasyonu beraberinde getirmektedir. Hele bir de yasal düzenlemeler yetersizse, topluma karşı şeffaf olunmuyorsa, az gelişmişlik psikolojisi içerisinde zincirleme bir çok sorun yaşanmaktadır. Bu durumun yaratılmasında eğiticilerden çok siyasilerin büyük sorumluluğu bulunmaktadır.

Bunun çok zor, boyutlu ve karmaşık süreçleri olduğunu biliyorum. Eğitimimizi çağdaş düzeye çıkarmak için toplumun her kesiminin bu konudaki talebini yüksek sesle dile getirmesi gerekir.

Tabii toplum buraya bir anda gelmedi soğuk savaş mantığının ülkemizin önüne koyduğu planın bir parçası olarak bugün artık ülkemiz her alanda sorunlar yaşamaktadır. Bütün iktidarlar bir taraftan eğitim sistemini dejenere ettiler, diğer taraftan da toplumun değişik kesimleri arasında gelir düzeyini bozdular ve bütün bunlar toplumun sosyal yapısını bozduğu gibi geleceğe olan güveni ve umutlarını kırılmıştır. Bütün bu dejenerasyon bir taraftan dışa bağımlılığı arttırırken diğer taraftan artan tüketim toplumu olmanın yaratığı olgu ile gelişen rüşvet ve ahlaki olmayan bir dizi sorunu beraberinde getirmiştir.

Kim Daha Çok Sorumlu

Bu depremde başta hepimiz suçluyuz, yurttaş olma bilincini göstermeyen, yanlışa yanlış demeyen, bana ne, bana değmeyen yılan bin yaşasın diyen herkes suçlu. Liyakate göre değil kafa kol ilişkisine ve rüşvete dayalı adamın işe girdiği duruma karşı çıkmadığımız için toplum olarak suçluyuz.

Bu tür doğa olaylarında kim sorumlu olursa olsun hep beraber üzülüyor, hep beraber maddi ve manevi kayba uğruyoruz. Bir daha üzülmemek için hep beraber sorumlu davranıp çağdaş bir ülke olmak için başta eğitim düzeyimizi gelişmiş ülkelerin üzerine çıkarmak zorundayız. Bu depremde çok sayıda yurttaşımızın hayatını kaybetmesinin nedeninin depremin şiddetinden değil; bilgisizlik, ihmal, sahtekarlık ve bilimin gösterdiği yol ve yöntemlerin dikkate alınmaması sonucu olduğunu artık aşikardır. Beylik laflarla “yapacağız, edeceğiz” değil, bilim kuruluşlarının önerisi doğrultusunda gerekli önlemlerin alınması ve toplumumuzun süratle eğitilmesini sağlamak zorundayız. Bu mümkünü olmayan bir şey değildir. Yeter ki Mustafa Kemal Atatürk belirttiği gibi “Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir” ifadesini doğru algılayalım. Şu ana kadar ki göstergeler sanki bu ifadeyi doğru algılamamışız gibi geliyor.

Bu deprem ne ilk ne de son olacaktır. Deprem coğrafyasında bulunan ülkemizin yerinin değiştirilmesi söz konusu olamayacağı için, çağın ve bilgi toplumunun gereklerine uygun yapılaşmak için gerekli önlemlerin artık gerçekten alınması gerekir. Ülkemizin çağına yakışır bir şekilde yaptığı işi sağlam yapan kendisi için değil toplumu ve geleceği için çalışan üreten ve bundan mutluluk duyan bir yapıda olması gerekir. Günlük değil yaşam boyu düşünmek zorundayız. Depremlerde ölenlerin toprağı bol olsun.

NOT: İlişikte daha önce yazdığımSel Felaketleri ve Eğitim Sistemimiz makale depremde yaşadığımız sorunlarla örtüştüğü için bilginize sunuyorum.


Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ, Çukurova Üniversitesi,
asportas@mail.cu.edu.tr


Geri

Ada-Net